Bir hediyeden arta kalanın geri-dönüşümüne şahit oldum. Açtı yelkenlerini, doldurdum ciğerlerimi ve başladık seferimize.. Zamanla bunun bir keşif olduğunu anladım. kah yazarak, çizerek kah dinleyerek bir o kadar da izleyerek bulmaya çalıştım aradıklarımızı. kontrol grubu olmayan bir deneyin, yegane deneği olarak denemelerle deneyimler sahibi oldum bu süreci de burda paylaşmayı istedim.
Özledim küçük kardeşim. Hem de çok. Senin yaşlardaki çocuklara bakıyorum, gözlerinde seninkine benzer parıltılar. Senin olman gereken yaştaki gençlere bakıyorum, onların büyümeleri, onların yaşayabilmiş olmalarıyla duygulanıyorum. Sonra senin olman gereken yaşlarda öldürülen gençleri görüyorum, yine içim büzülüyor, gözlerim doluyor. İnsan isteyince her şeyle bir bağlantı kuruyor, kurabiliyor istemeden öyle doluyor içi özlediğiyle.
Bugün yine fark ettim ki seninle bir tanecik fotoğrafımız varmış. Başka bir sürü karede olman için içimin gittiği ne çok an vardı oysa ki.
Sen öldün öleli, bu ülke daha iyi bir yer oldu mu bilmiyorum ama sen gittin gideli, senin gibi öldürülenler oldu. Bir şeyler değişsin istiyoruz ve ölüyoruz. Korkmuyoruz muyuz? korkuyoruz hem de çok, Nazım'ın sevdiği gibi yaşamak: güzel şey, ümitli şey... Neden bırakıp gidesin, bilinmezliğe, öyle güzel yaşamak varken? Yine de biliyoruz ya öleceğiz elbet!
Ölmek değil de, öldürülmek korkutuyor, erken gitmek, yarım bırakmak ama biliyoruz nefesi kesilince insanın, bitmiyor hayat. Öyle ya bak ölünce de yaşıyormuş insan.
Nazım gibi, seni düşünmek güzel şey, ümitli şey...
Hayat mı gerçekten acımasız yoksa, hayatı acımasız hale getiren insanlar mı?
Hayat acımasız demek sanırım insanların yaşanılanları kabullenmesini kolaylaştırıyor. Bir nevi" blame it on somebody else" sendromu diyebiliriz sanki. Çünkü yaşanılan kötü olaylara, maruz kalınan haksızlıklara karşı durmak, o dirayeti göstermek çok daha yorucu ve zor geliyor olmalı. Nihayetinde baş edilmesi gereken istenmeyen bir durum varken bir de bunun haksızlığı üzerine savaş vermek zorunda kalmak, iki farklı içselleştirme ve kabul sürecini getirecektir. Tabii ki asla bu kadarla kalmayacak zaten demokrasi, eşitlik ve haklar konusunda duyarsız bir toplum dahası devletle varlığınızı sürdürüyorsanız karşılaşacağınız toplumsal ve bürokratik baskının, yıldırıcı bir tepkiye evrilmesi çok olası. Hal böyle olunca pratikte yaşadığınız travmayı daha da sündürecek süreçlerden uzak durmayı tercih etmek çok da anlaşılabilir bir davranış.
Bu durumun can sıkıcı aşamaya gelmesi tamamen insan eliyle ya da dolayı ile meydana gelen tüm kaza, hak ihlalleri gibi olayların kendiliğindenmişcesine kötü talih, kader gibi çoğu inanca dayalı bahanelere dayandırılıp, meşrulaştırılması. Belki meşrulaştırmak çok doğru seçilmiş bir kelime olmayabilir, sonuçta anlatmaya çalıştığım durumların her ne kadar yasal boyutu olsa da kanunlar önünde masumlaştırılması değil, tamamen algısal boyutta sorgulanmasının önüne çekilmiş kalıplaşmış setleri oluşturmalarıdır. Kaldı ki sosyal algı dediğimiz şeyin ne kadar güçlü ve yıkılması zor olduğunu bizim toplumumuzda sıkça görebiliyoruz. Çoğu zaman yasaların bir kitaptan öteye gidemediği bir noktaya geliyoruz.
İşte ondan canım sıkılıyor, yasalar tüm eksiklikleriyle birlikte bile sosyal algının bir ürünü olmadığı sürece, sosyal algı belli sorgulamaların süzgecinden geçmediğinde uygulamada istenen başarıyı elde etmek pek mümkün gözükmüyor. Bu durumu istersek aydınlanma dönemine bağlayalım, istersek sınıf bilincine temelde gerekli olan şey sorgulama ve düşüncedir.
Kabul edemiyorum.. Evet hayatta her şeyi kontrol edemeyiz ve zaten kontrol etmeye çalışmak da insanı yıpratmaktan başka hiçbir şeye neden olmuyor. Büyük bir ama ile devam etmek istiyorum.. Doğanın ve evrenin işleyişinden kaynaklanan olaylar dışında, kaldı ki doğanın işleyişi artık kendi döngüsü dışında daha çok insanın neden olduklarından ibaret ve neyseki henüz evreni etkileyecek kadar saçmalayamadı insanevladı, her şey "insan" yüzünden olurken hiçbir şey kader, kısmet, kaza değil bu dünyada.. Yaşanan hiçbir şey kötü talih ve şanssızlık değil.. Hepsinin bir alt yapısı var. Evet bireysel olarak kontrol sahibi değiliz belki ama algısal olarak kontrol edilebilir hale getirebiliriz.. İlahiadalete sığınıp, bugün kanlı canlı istemen gereken adaleti hiçe saymadan, düşünelim.. birazcık kafa yoralım.. Bu kadar zor olmamalı.
İlahi adaleti verecek olan varsa versin, ben hemen şimdi adalet istiyorum çünkü öldükten sonra gelen adaletin ölenlere faydası olmadığı gibi yaşayanlara da yok..
Farkında olmadan hep zamana gelip duruyorum. Zamanın büyüsüne, anlaşılmazlığına. Beyin algısındaki zaman kavramına.
Doğduğumuz andan itibaren yaşadığımız her an beynimizin bir kenarında izini bırakırken hatırlananlar o izlerin belki de nedenlerini bile barındırmıyor. Bazen geçmişi hatta dün yediğim yemeği bile hatırlarken bulanık bir rüya gibi canlandırabiliyorum kafamda. O kadar gerçek ama aslında bir o kadar da yanılsama tadında. Gerçekten dün onları yaşadık mı, o filmi izledik mi? Sevgiliye o öpücüğü verdik mi? Yaptıklarımızdan, yaşadıklarımızdan, aldığımız nefesten eminiz, peki neden o zaman geçen her dakikayla birlikte tüm o yaşanan zamanlar geçtiği andan itibaren silikleşiyor? Gelecek kadar belirsiz oluyor bir yerden sonra. Somut izler olmasa yaptıklarımıza dair, hepsinin bir kurmaca, beynin benliğe oynadığı bir oyun olduğundan şüphe edebilirdim. İşte böyle anlarda sadece yaşanan anın gerçekliğine, o an aldığım havanın gerçekliğinin söz konusu olduğuna inanıyorum. Sadece şimdiyi yaşıyoruz da akan zaman içinde geçmiş dediklerimiz beynimizin kimyasal etkileşimleriyle kodladığımız belli görüntüleri oluşturuyor, bazen ses dalgalarını bazense kokuları..
Hala varlığımın dual mi yoksa tek bir öz olarak mı vukuu bulduğu konusunda bir karara varabilmiş değilim. Bu çıkarıma varabileceğim sistematik bir sorgulama yöntemim de yok. Yine de her nasıl var oluyorsam, geçen yıllar içerisinde düşünsel yanımın özünde aynı kalsa da yaşadıklarımla değiştiğini görebiliyorum. Bu bir kümülatif gelişme midir? Olmak zorunda değil, bu değişimin her zaman olumlu bir ilerleme olarak adlandırmanın çok doğru olacağını düşünmüyorum. Elbette olumlu yönde bir iyileşme olabilir ama bu yaşanmışlığın özde salt ilerleme getireceği anlamını taşımak zorunda değil. Bunu genel olarak fiziksel vücut gelişimiyle paralel gören genel kabul büyümek olarak nitelendirse de büyüme ve bedensel gelişimin aksine düşünsel ve manevi gelişimin büyüdükçe köreldiğini görmek daha olası. Küçük Prensi anmadan geçemeyeceğim. Benim de o düşünsel, benliğim, ben olan kısmımın genelde hep aynı kaldığını hatta gelişen bedenime büyüme ve ilerleme açılarından yetişmekte büyük zorluk çektiğini söyleyebilirim. Bedenim yıllarla birlikte yaşlanmaya bile başlamışken, hala 20 sene önceki düşüncelerimi, hislerimi duyumsuyorum ve bu kadar yılın bu kadar çabuk geçtiğine inanmak istemiyorum. Evet yaşlanmaktan korkuyorum, buruşmak hala çok ürkütüyor düşünce olarak ama onun yanında her neden geldiysem bu dünyaya o amacı hala bulamamış olmaktan ötürü çok büyük bir rahatsızlık hissediyorum. Var oluşumu açıklamaktan aciz olduğum için kendimce anlamlı bulduğum tek açıklama bir misyonumun olması gerektiği.. Öyle ya mutlaka bir sebebi olmalı, öylesine yaşamış ve ölmüş olmamalıyım, tıpkı tüm büyük egolu küçük insanlar gibi.
İnsanın bilmeye dair açlığı kontrol etme hırsından geliyorsa hiç şaşırmam. Böyle bir sistemin ve anlayışın içine doğmuş olmamdan payımı alarak bu kutsal var oluşumu yine kutsal bir varoluş sebebine bağlama ihtiyacımı doyuramadığım için tüm kavgam zamanla.. Şeytan ve Tanrı arasındaki saçma egosal bir kavganın piyonu olamayacak kadar değerliyim, mantıklıyım, bilimselim ama gelin görün ki kendi egosunun ölümle olan düellosunda çaresizce çırpınışında cahil cesaretine sahip olacak kadar da acizim..
Tecavüzcü bir kocayı, dayakçı bir ağabeyi, istismarcı ve şiddet odaklı bir babayı sevmek. Kızgın olmamak, affetmek ve sevmeye devam etmek.
Yaşanan travmalardan sonra kızgın kalmak, suçluluk hissetmek karşındakine karşı nefret ve öfke beslemenin zihinsel ya da ruhsal çöküntülerin iyileşmesi önünde engel olacağı muhtemel. En azından yaşanılanları kabullenmek ve hayata devam etmek adına bu zorlu sürecin atlatılmasında önemli bir rampa oluşturacağını öngörebiliriz. Fakat anlamakta zorlandığım, bu süreçte zihni rahatlatmak için yaşanılan travma sebeplerinin kabullenilmesi sırasında bu olayların normalleştirilmesi ve sebep olanların mazur görülmeye başlanması. Olan ile ölene çare yoktur, çokça duyarız bunu, birazcık da kadercilik oyunlarına katma çabasıyla. Ve fakat bir o kadar da tehlikelidir, yaşanılanlar kabullenilmelidir çünkü değiştirilemezdir ama bu yaşanılanları adil ve kabul edilebilir kılmamalıdır. Kabullenmek ile kabul edilebilir olma arasında bıçak sırtı gibi bir ayrım vardır ve biz çoğu zaman bu ayrımda yanlış tarafa düşüyoruz, düşürülüyoruz. Yönlendirmeler ve sadece kamera objektifinin gösterdiği gerçekler ve istekler doğrultusunda hissetmeye başlıyorsa insanlar ve o şekilde doğrularına, kaderlerine (!), arzularına sahip oluyorsa hayatlarının; o noktada çaresizlikle tiksiniyorum zihniyetlerinden. Bir yandan zavallılıklarına üzülüyorum, gerçekten mahkumiyetlerinden ve içine düştükleri çıkmazlardan üstlerine yapışmış bir zavallılıktır bu. Diğer yandan durdurulamaz bir isyanla itiyorum onları kendi bataklıklarına, nasıl sahiplendiklerini görünce kendilerine yapılan zulümleri. Kabullenme mekanizmaları da yaşadıkları hayatlar gibi hastalıklı ve bu hastalıkla yeni nesiller yetiştirmelerini yadsıyorum ve hala onlar diyerek ötekileştiriyorum. Kendime kızıyorum bir yandan elitist düşüncelerime, tependen bakan gözlerime, ama başka bir zavallılıkla da ben gerçekten anlayamıyorum. Tecavüzcü kocasını seven kadını, dayakçı ağabeyine candan bağlı kız kardeşi, istismarcı olan ve her fırsatta fiziksel ve ruhsal şiddet uygulayan babaya olan sevgi ve saygıyı..
Anlamak istemiyorum, çünkü anladığım zaman kabul edilebilir kılmış olacağım. O yüzden kabul edilebilir olmayan şeyleri, yok saymak değil ama varlığını göz önüne sererken, travmaları yaşayanları, yaşatanlar önünde aciz göstermek yerine güçlü göstermeli ve mağduriyetlerini mahkumiyetleri değil, içine sürüldükleri kabulleri geri püskürten volkanlar olarak görmeliyiz. Başına geleni kabullenirken bunun uğruna savaş verilmesi gereken kabul edilemez bir durum olduğunu anlatmak gerekiyor belki de.
İnsan sırtında biriktirdiği yüklerle yaşar. Belki farkında olarak sorumluluk adlettikleridir bu davetsiz misafirler, belki de bilinçsizce içine işlenenler ya da istemeden mahkumiyeti haline gelen taşlardır eteğinden dökmek için sabırsızlandığı. Öyle ya da böyle hafiften kamburunu çıkarır insanın manevi yükümlülükler. Yürürken kendi ağırlığı yetmezmiş gibi, kafasından boynuna kadar inenleri omuzlar ve her adımda "ha gayret". Ana rahmine düştüğünde bomboş değil miydi zihni, ne zaman bu kadar değer- değmez öğrendi ki kendini bir yerlere yakıştırdı sonra da üstlendi tanımlarını? Tek ihtiyacı olan parçası olduğu doğayla bütünleşmek, güzele, iyiye dahil olmak değil miydi?
İnançlarınızı ve kabullerinizi bir kenara bıraktığınızda, hayata, yaşamaya ve ölüme dair elinizde güvenebilir olarak kalan tek bilgi geçmiş ve bugüne aittir. Yani en fazla yaşam hakkında yazıp çizmeye, atıp tutmaya değecek bilgiye sahibiz. Geriye kalan ölüm ise doğanın bir parçası olan gerçeklikten başka bir şey değildir. Üstüne atılıp tutulan her şey aslında kötü bir kokuya sıkılmış parfüm gibi, içine çekilmeyi arzulatarak bir ilizyonu canlandırır.
Bir amaç uğruna ölmek bireysel kararlarla kendi içindeki her davada anlam kazanabilir. Güç kavgaları içerisinde süslenen hikayelerle yok olmayı kutsallaştırmak, uğruna yitip gidecek olunan kavramı daha yüce kılmaktan başka bir şey değildir. Bunun adı ister özgürlük olsun ister savunma. Yaşamın mı, özgürlüğün mü yoksa bütünlüğün mü daha kutsal olduğuna kim karar veriryorsa işte ölümü onlar süslüyor. Ama sadece bir gerçek var o da: Henüz gitmediğiniz ve başkasından bilgi edinme şansınızın olmadığı bir yer hakkında yapacağınız her hangi bir yorum ne kadar anlamsız olursa işte ölüm hakkında söylenenler de öyle yanılsamalardır o yüzden aslında kimse ölümün kutsallığından bahsedemez ve hangi ölümün daha kutsal olduğu ise bir masaldan ibarettir.