4 Eylül 2012 Salı

Masal



İnançlarınızı ve kabullerinizi bir kenara bıraktığınızda, hayata, yaşamaya ve ölüme dair elinizde güvenebilir olarak kalan tek bilgi geçmiş ve bugüne aittir. Yani en fazla yaşam hakkında yazıp çizmeye, atıp tutmaya değecek bilgiye sahibiz. Geriye kalan ölüm ise doğanın bir parçası olan gerçeklikten başka bir şey değildir. Üstüne atılıp tutulan her şey aslında kötü bir kokuya sıkılmış parfüm gibi, içine çekilmeyi arzulatarak bir ilizyonu canlandırır. 

Bir amaç uğruna ölmek bireysel kararlarla kendi içindeki her davada anlam kazanabilir. Güç kavgaları içerisinde süslenen hikayelerle yok olmayı kutsallaştırmak, uğruna yitip gidecek olunan kavramı daha yüce kılmaktan başka bir şey değildir. Bunun adı ister özgürlük olsun ister savunma. Yaşamın mı, özgürlüğün mü yoksa bütünlüğün mü daha kutsal olduğuna kim karar veriryorsa işte ölümü onlar süslüyor. Ama sadece bir gerçek var o da: Henüz gitmediğiniz ve başkasından bilgi edinme şansınızın olmadığı bir yer hakkında yapacağınız her hangi bir yorum ne kadar anlamsız olursa işte ölüm hakkında söylenenler de öyle yanılsamalardır o yüzden aslında kimse ölümün kutsallığından bahsedemez ve hangi ölümün daha kutsal olduğu ise bir masaldan ibarettir.

When victim becomes her own villain..



Bu aslında incelenmesi gerken bir olgu olabilir. Vaka'nın arka planına biraz daha yakından bakalım mı?

Namus olgusunun kadın ve özellikle kadın cinselliği üzerinden tanımlandığı bir toplumla karşı karşıyayız. Bu coğrafyada kadınlar doğdukları andan itibaren, namusunu korumak ve ancak evlenip kocasına "teslim" olana kadar muhafaza etmekle yükümlüdür. Burada sözü geçen "namus", onur ve haysiyet anlamlarını içeren fiziksel bir oluş halidir. Bu fiziksellik tıbta Hymen olarak geçse de halk arasında "kızlık zarı" olarak adlandırılır ki bu isimden de anlaşılabileceği gibi cinsel ilişkiye girme eylemi kadın olmakla eşleştirilir, ve bu topraklarda evlenmemiş tüm dişilere kız gözüyle bakılır, bakirdirler 60 yaşına gelmiş ve evlenmemiş olsa dahi (!). Çünkü erkekler için ihtiyaç olarak tanımlanan cinsellik, kadınlar için evlilikle bahşedilen bir aktivitedir. Toplumca kabul görmüş olan bu pratik, doğal olanın erkeklerin çok eşli olabileceği bunun fizyolojik ve biyolojik bir gereklilik olduğunu söylerken; üreme dürtüsünün, dürtünün hayvansal bir olgu olmasından ötürü, kadınların üremeye yönelik bilinçsiz, kendiliğinden ya da doğal (!) süreçte giderilmesi gereken elzem bir ihtiyacı olmadığını savunur. Ama her nasılsa evlendiği andan itibaren bu ihtiyaçları pandoranın kutusundan çıkar gibi gün yüzüne kavuşur ve cinsel olarak aktif bir insan evladı statüsüne kavuşabilir. Artık ihtiyacı olabilir, canı isteyebilir hatta soyunu devam ettirme kapasitesini kullanabilir.

Tüm tutarsızlıkları bir yana bırakıp olaya odaklanırsak. Türkiye'de kadınların çok büyük bir bölümü bu çarpıklıkların meşrulaştırıldığı anlayışlarla büyüyüp, bu meşruiyette kuruyor benliğini, algısını ve dünyaya bakışını. Sorgulamıyor , sorgulamasına izin verilmiyor o yüzden çokça kabul edip akıl sağlığını korumaya gidiyor istemsiz. Öyle içselleştiriyor ki kendi bedeniyle onurlu olma davranışını baştan aşağı namus oluveriyor varlık olarak. Kendi çocuğuna, belki oğlan çocuğuna o kadar olmasa da kız çocuğuna aşılıyor aynı davranışları çünkü korkuyor, görüyor aksi olunca kadınların başına gelenleri. Kimi zaman sorgulayıp rahatsız olsa da maruz kaldığı baskıdan,  gücü olmadığı için en güvenli alana alıyor kendini: tanımlanan namus çerçevesinde sürüyor hayatını. İşte o çerçevenin boyutu, toplam metrekaresi kimi zaman evin tek bir odası oluyor kimi zaman ise mahalle, bazen çarşı pazar görebilecek kadar bile genişliyor. Daha modern çevrelerde kamusal alanlarda rahatça dolaşabilirken çerçeve daha kişiselleşip bedenini çevreliyor, ama değer görülüyor sosyalleşebilmek adına. Buna bile şükredebilir hale geliyor farkına varmadan, ve bunun hak olduğunu savunuyor. Burdan bakınca nasıl hak vermez ki insan, evet böyle bir zihniyetin kölesi haline gelmiş onurun temsilcisi olan kadın toplumsal alanda yer bulabilmek için başka zincirlere boyun eğmeği yeğliyor ve bunu da çok güzel içselleştiriyor, kendine ait bir alan olarak kabul ediyor artık üstüne giydirilen bu bilinci. Peki bu zincirler en başında onu nesneleştiren zihniyetin ürünüyken neden tam özgürlük için değil de sınırlı olanına razı olmak tercih sebebi?

O şekilde ya da farklısı aslında dünyanın neresinde olursa olsun bir kadının çerçevesinin sınırlarını belirleyen hep aynı özne değil midir? Bu öznenin sistematik adı da ataerkillik değil midir? Çerçevesini kendi çizen; çerçevesini silebilen kadın oranı bu ülke sınırlarında yüzde kaçtır?

Kendi içerisinde öyle algılar oluşturup, öyle yanılsamalar, kabuller, itirazlar ve meşrulaştırmalar yaşıyor ki kadın.. Maruz kaldığı baskılar, görevler, uyması gereken kullar içerisinde patolojik vakalara dönüşmeleri işten bile değil. Özgür olduğunu düşünen bir kadın olarak ben bile maruz kaldığım bir çok şeyden bu kadar rahatsız olup, kendimle çeliştiğimi gördükçe aslında bu tür vakaların sanki daha çok olması gerekirdi diye düşünüyorum. Olmasını arzuladığımdan değil ama basitçe Newton'un etki-tepki yasasından ötürü.. Ya kadınlar çok sabırlı ya da çok güzel sindirildiler. Sindirilemeyen, ama maruz kalınan bu kadar sosyal baskı, taşıması beklenen değerler ve yaşam mücadelesinden ötürü kısa devre yapan ruh cinnet de getirir, cinayet de işler ve bunu haklı bir gururla ifşa eder. Çünkü bunu ona yapması öğretilmiştir, namusunu koru denmiştir, o da kormuştur. Kendisinin hayvan değil insan olduğu vurgulanarak baskılanan cinselliği, hayvansal dürtüleri olduğu kabul edilen erkek cinsinin cinselliği karşısında tarumar olmuş. Uğradığı maddi ve manevi şiddet içerisinde yitirdiği onurunu kanla temizlemeye çalışması da sahip olduğu çözüm olanaklarıyla ilgili ki o kadının gücünün yettiği can almaktan başka bir şey değildi, insana yakışır yollara ulaşmak hep daha çok güç ister. Diğer yandan bu topraklarda kanla namus temizleme adetini öğreten yine ona namusu öğreten ataları değil miydi?

"Neden bunca zaman boyun eğmiş de şimdi öldürdü" diye yorum yapıp alttan alta kadının kuyruk salladığını ima eden yorumcularla, bir kadını böyle bir vahşete sürükleyenler aynı zihniyetin mahsülüdür.

"Cinayetin kadını, erkeği olmaz, bu bir vahşet" deyip feryat edenler, evet bu bir vahşettir ama bu vahşeti, daha vahşi kılan kadının birini öldürüp kafasını kesmiş olması değil, bunu yapabilecek hale getirilmesidir. Öyle ki bu olaydan öğrenilmesi gereken çok şey, alınması gereken çok ders var.. Bakmak isteyene, olayın, kadının, öldürülen adamın temsil ettiği düşünceleri okumak isteyene bu hikayenin anlatmaya çalıştığı çok gerçek var..

1 Eylül 2012 Cumartesi

bazen aslında basittir




İlk kez küçükken oynadığım masa oyunlarında gördüm, en sevdiğim iki oyun olan Monopoly ve Kızmabirader'de de vardı: Başlangıç Noktası. Oyunlardan tanıdığım ve hep yeni bir başlangıç için umut vaad eden bir kavram olarak  yerleşti kafama. Şimdilerde düşünüyorum da nedir gerçekten başlangıç noktası?

Doğum hatta ana rahmine düşüş, kimine göre ise vücut öncesi tinsel varlıktır başlangıç, tanrının kendisi ya da varoluşun minik parçacıklarıdır noktası olan başlangıcın. Bazen uyanılan yeni bir gün, bazense açılan yeni bir sayfa, ciğerlere doldurulan temiz hava ve söndürülen o son sigara. Alınan derin bir nefes sonrasında akıtılan son damla yaşla açılan parlak gözlerdedir kimi zaman. Sahi neresidir başlangıç noktası?Atılan her adımda yenilenir mi, yoksa dönüp dolaşıp gelinen yer midir kendisi? Greenwich mi? Ekvador mu? Yoksa yaz mı kış mı? Kimindir başlangıç noktası? Dünya'nın mı, Ay'ın mı, Mısır'ın mı? İngiltere'nin mi? İsa'nın mı yoksa bakkal Musa'nın mı? Toprak mıdır? Yoksa aynı zamanda son mudur? Daire midir, döner mi gelir mi yinelenen bir döngüde? Gerçekten bir nokta mıdır? Belki de bir olgu, süreç bir oluş biçimidir. Yokluğun bittiği yerde varlığın hissiyatı mıdır? O kadar keskin midir ayrımı, bıçak sırtı gibi ince bir çizgi algısında vuku bulmuş olamaz mı?

Sanki her şey ve herkes için ayrıdır başlangıç noktası, her algıda ve hissiyatta ayrı ayrı var eder kendini, devam eder ve tekrarlar varlığını kiminde noktasal kiminde çizgisel ama en çok da kavramsal. Belki de en çok varlığına inandığımız için kendine yer bulmuş bir uydurma, mittir. Ama öyle yer etmiştir ki herşeyi geride bırakmayı isteyip yenilere yelken açmak isteyenlerin aradığı yegane araç haline geldiğinden sanki çok karmaşık bir şeymiş hissiyatı uyandırır.. Oysa başlangıç noktası kişinin kendi benliğinin, algısının, hazır olup olmadığıdır. Devam etme arzusunun tavan yaptığı anı değerlendirmesini baz alır.

Dört işlem gibi kolaymış, neden kafamı karıştırmış anlayamadım. Bazen küçük ve basit şeyleri büyük laflarla anlatmaya mı çalışıyorum da kendi kendime karmaşıklaştırıyorum kavramları bilemedim. Ama öyledir, öyle.. Neymiş: "başlangıç noktası diye bir şey yokmuş" neymiş: "her şey kafada, her şey kafamızda" (a.k.a. kozizi)