30 Kasım 2012 Cuma

Anlayamamak ve reddetme ile gelen ötekileştirme

Tecavüzcü bir kocayı, dayakçı bir ağabeyi, istismarcı ve şiddet odaklı bir babayı sevmek. Kızgın olmamak, affetmek ve sevmeye devam etmek. 

Yaşanan travmalardan sonra kızgın kalmak, suçluluk hissetmek karşındakine karşı nefret ve öfke beslemenin zihinsel ya da ruhsal çöküntülerin iyileşmesi önünde engel olacağı muhtemel. En azından yaşanılanları kabullenmek ve hayata devam etmek adına bu zorlu sürecin atlatılmasında önemli bir rampa oluşturacağını öngörebiliriz. Fakat anlamakta zorlandığım, bu süreçte zihni rahatlatmak için yaşanılan travma sebeplerinin kabullenilmesi sırasında bu olayların normalleştirilmesi ve sebep olanların mazur görülmeye başlanması. Olan ile ölene çare yoktur, çokça duyarız bunu, birazcık da kadercilik oyunlarına katma çabasıyla. Ve fakat bir o kadar da tehlikelidir, yaşanılanlar kabullenilmelidir çünkü değiştirilemezdir ama bu yaşanılanları adil ve kabul edilebilir kılmamalıdır. Kabullenmek ile kabul edilebilir olma arasında bıçak sırtı gibi bir ayrım vardır ve biz çoğu zaman bu ayrımda yanlış tarafa düşüyoruz, düşürülüyoruz. Yönlendirmeler ve sadece kamera objektifinin gösterdiği gerçekler ve istekler doğrultusunda hissetmeye başlıyorsa insanlar ve o şekilde doğrularına, kaderlerine (!), arzularına sahip oluyorsa hayatlarının; o noktada çaresizlikle tiksiniyorum zihniyetlerinden. Bir yandan zavallılıklarına üzülüyorum, gerçekten mahkumiyetlerinden ve içine düştükleri çıkmazlardan üstlerine yapışmış bir zavallılıktır bu. Diğer yandan durdurulamaz bir isyanla itiyorum onları kendi bataklıklarına, nasıl sahiplendiklerini görünce kendilerine yapılan zulümleri. Kabullenme mekanizmaları da yaşadıkları hayatlar gibi hastalıklı ve bu hastalıkla yeni nesiller yetiştirmelerini yadsıyorum ve hala onlar diyerek ötekileştiriyorum. Kendime kızıyorum bir yandan elitist düşüncelerime, tependen bakan gözlerime, ama başka bir zavallılıkla da ben gerçekten anlayamıyorum. Tecavüzcü kocasını seven kadını, dayakçı ağabeyine candan bağlı kız kardeşi, istismarcı olan ve her fırsatta fiziksel ve ruhsal şiddet uygulayan babaya olan sevgi ve saygıyı..

Anlamak istemiyorum, çünkü anladığım zaman kabul edilebilir kılmış olacağım. O yüzden kabul edilebilir olmayan şeyleri, yok saymak değil ama varlığını göz önüne sererken, travmaları yaşayanları, yaşatanlar önünde aciz göstermek yerine güçlü göstermeli ve mağduriyetlerini mahkumiyetleri değil, içine sürüldükleri kabulleri geri püskürten volkanlar olarak görmeliyiz. Başına geleni kabullenirken bunun uğruna savaş verilmesi gereken kabul edilemez bir durum olduğunu anlatmak gerekiyor belki de.

Not: T24'te ilgili haber

25 Kasım 2012 Pazar

Kalem






Aynı kalemin farklı türevleri..


İnsan sırtında biriktirdiği yüklerle yaşar. Belki farkında olarak sorumluluk adlettikleridir bu davetsiz misafirler, belki de bilinçsizce içine işlenenler ya da istemeden mahkumiyeti haline gelen taşlardır eteğinden dökmek için sabırsızlandığı. Öyle ya da böyle hafiften kamburunu çıkarır insanın manevi yükümlülükler. Yürürken kendi ağırlığı yetmezmiş gibi, kafasından boynuna kadar inenleri omuzlar ve her adımda "ha gayret". Ana rahmine düştüğünde bomboş değil miydi zihni, ne zaman bu kadar değer- değmez öğrendi ki kendini bir yerlere yakıştırdı sonra da üstlendi tanımlarını? Tek ihtiyacı olan parçası olduğu doğayla bütünleşmek, güzele, iyiye dahil olmak değil miydi?

4 Eylül 2012 Salı

Masal



İnançlarınızı ve kabullerinizi bir kenara bıraktığınızda, hayata, yaşamaya ve ölüme dair elinizde güvenebilir olarak kalan tek bilgi geçmiş ve bugüne aittir. Yani en fazla yaşam hakkında yazıp çizmeye, atıp tutmaya değecek bilgiye sahibiz. Geriye kalan ölüm ise doğanın bir parçası olan gerçeklikten başka bir şey değildir. Üstüne atılıp tutulan her şey aslında kötü bir kokuya sıkılmış parfüm gibi, içine çekilmeyi arzulatarak bir ilizyonu canlandırır. 

Bir amaç uğruna ölmek bireysel kararlarla kendi içindeki her davada anlam kazanabilir. Güç kavgaları içerisinde süslenen hikayelerle yok olmayı kutsallaştırmak, uğruna yitip gidecek olunan kavramı daha yüce kılmaktan başka bir şey değildir. Bunun adı ister özgürlük olsun ister savunma. Yaşamın mı, özgürlüğün mü yoksa bütünlüğün mü daha kutsal olduğuna kim karar veriryorsa işte ölümü onlar süslüyor. Ama sadece bir gerçek var o da: Henüz gitmediğiniz ve başkasından bilgi edinme şansınızın olmadığı bir yer hakkında yapacağınız her hangi bir yorum ne kadar anlamsız olursa işte ölüm hakkında söylenenler de öyle yanılsamalardır o yüzden aslında kimse ölümün kutsallığından bahsedemez ve hangi ölümün daha kutsal olduğu ise bir masaldan ibarettir.

When victim becomes her own villain..



Bu aslında incelenmesi gerken bir olgu olabilir. Vaka'nın arka planına biraz daha yakından bakalım mı?

Namus olgusunun kadın ve özellikle kadın cinselliği üzerinden tanımlandığı bir toplumla karşı karşıyayız. Bu coğrafyada kadınlar doğdukları andan itibaren, namusunu korumak ve ancak evlenip kocasına "teslim" olana kadar muhafaza etmekle yükümlüdür. Burada sözü geçen "namus", onur ve haysiyet anlamlarını içeren fiziksel bir oluş halidir. Bu fiziksellik tıbta Hymen olarak geçse de halk arasında "kızlık zarı" olarak adlandırılır ki bu isimden de anlaşılabileceği gibi cinsel ilişkiye girme eylemi kadın olmakla eşleştirilir, ve bu topraklarda evlenmemiş tüm dişilere kız gözüyle bakılır, bakirdirler 60 yaşına gelmiş ve evlenmemiş olsa dahi (!). Çünkü erkekler için ihtiyaç olarak tanımlanan cinsellik, kadınlar için evlilikle bahşedilen bir aktivitedir. Toplumca kabul görmüş olan bu pratik, doğal olanın erkeklerin çok eşli olabileceği bunun fizyolojik ve biyolojik bir gereklilik olduğunu söylerken; üreme dürtüsünün, dürtünün hayvansal bir olgu olmasından ötürü, kadınların üremeye yönelik bilinçsiz, kendiliğinden ya da doğal (!) süreçte giderilmesi gereken elzem bir ihtiyacı olmadığını savunur. Ama her nasılsa evlendiği andan itibaren bu ihtiyaçları pandoranın kutusundan çıkar gibi gün yüzüne kavuşur ve cinsel olarak aktif bir insan evladı statüsüne kavuşabilir. Artık ihtiyacı olabilir, canı isteyebilir hatta soyunu devam ettirme kapasitesini kullanabilir.

Tüm tutarsızlıkları bir yana bırakıp olaya odaklanırsak. Türkiye'de kadınların çok büyük bir bölümü bu çarpıklıkların meşrulaştırıldığı anlayışlarla büyüyüp, bu meşruiyette kuruyor benliğini, algısını ve dünyaya bakışını. Sorgulamıyor , sorgulamasına izin verilmiyor o yüzden çokça kabul edip akıl sağlığını korumaya gidiyor istemsiz. Öyle içselleştiriyor ki kendi bedeniyle onurlu olma davranışını baştan aşağı namus oluveriyor varlık olarak. Kendi çocuğuna, belki oğlan çocuğuna o kadar olmasa da kız çocuğuna aşılıyor aynı davranışları çünkü korkuyor, görüyor aksi olunca kadınların başına gelenleri. Kimi zaman sorgulayıp rahatsız olsa da maruz kaldığı baskıdan,  gücü olmadığı için en güvenli alana alıyor kendini: tanımlanan namus çerçevesinde sürüyor hayatını. İşte o çerçevenin boyutu, toplam metrekaresi kimi zaman evin tek bir odası oluyor kimi zaman ise mahalle, bazen çarşı pazar görebilecek kadar bile genişliyor. Daha modern çevrelerde kamusal alanlarda rahatça dolaşabilirken çerçeve daha kişiselleşip bedenini çevreliyor, ama değer görülüyor sosyalleşebilmek adına. Buna bile şükredebilir hale geliyor farkına varmadan, ve bunun hak olduğunu savunuyor. Burdan bakınca nasıl hak vermez ki insan, evet böyle bir zihniyetin kölesi haline gelmiş onurun temsilcisi olan kadın toplumsal alanda yer bulabilmek için başka zincirlere boyun eğmeği yeğliyor ve bunu da çok güzel içselleştiriyor, kendine ait bir alan olarak kabul ediyor artık üstüne giydirilen bu bilinci. Peki bu zincirler en başında onu nesneleştiren zihniyetin ürünüyken neden tam özgürlük için değil de sınırlı olanına razı olmak tercih sebebi?

O şekilde ya da farklısı aslında dünyanın neresinde olursa olsun bir kadının çerçevesinin sınırlarını belirleyen hep aynı özne değil midir? Bu öznenin sistematik adı da ataerkillik değil midir? Çerçevesini kendi çizen; çerçevesini silebilen kadın oranı bu ülke sınırlarında yüzde kaçtır?

Kendi içerisinde öyle algılar oluşturup, öyle yanılsamalar, kabuller, itirazlar ve meşrulaştırmalar yaşıyor ki kadın.. Maruz kaldığı baskılar, görevler, uyması gereken kullar içerisinde patolojik vakalara dönüşmeleri işten bile değil. Özgür olduğunu düşünen bir kadın olarak ben bile maruz kaldığım bir çok şeyden bu kadar rahatsız olup, kendimle çeliştiğimi gördükçe aslında bu tür vakaların sanki daha çok olması gerekirdi diye düşünüyorum. Olmasını arzuladığımdan değil ama basitçe Newton'un etki-tepki yasasından ötürü.. Ya kadınlar çok sabırlı ya da çok güzel sindirildiler. Sindirilemeyen, ama maruz kalınan bu kadar sosyal baskı, taşıması beklenen değerler ve yaşam mücadelesinden ötürü kısa devre yapan ruh cinnet de getirir, cinayet de işler ve bunu haklı bir gururla ifşa eder. Çünkü bunu ona yapması öğretilmiştir, namusunu koru denmiştir, o da kormuştur. Kendisinin hayvan değil insan olduğu vurgulanarak baskılanan cinselliği, hayvansal dürtüleri olduğu kabul edilen erkek cinsinin cinselliği karşısında tarumar olmuş. Uğradığı maddi ve manevi şiddet içerisinde yitirdiği onurunu kanla temizlemeye çalışması da sahip olduğu çözüm olanaklarıyla ilgili ki o kadının gücünün yettiği can almaktan başka bir şey değildi, insana yakışır yollara ulaşmak hep daha çok güç ister. Diğer yandan bu topraklarda kanla namus temizleme adetini öğreten yine ona namusu öğreten ataları değil miydi?

"Neden bunca zaman boyun eğmiş de şimdi öldürdü" diye yorum yapıp alttan alta kadının kuyruk salladığını ima eden yorumcularla, bir kadını böyle bir vahşete sürükleyenler aynı zihniyetin mahsülüdür.

"Cinayetin kadını, erkeği olmaz, bu bir vahşet" deyip feryat edenler, evet bu bir vahşettir ama bu vahşeti, daha vahşi kılan kadının birini öldürüp kafasını kesmiş olması değil, bunu yapabilecek hale getirilmesidir. Öyle ki bu olaydan öğrenilmesi gereken çok şey, alınması gereken çok ders var.. Bakmak isteyene, olayın, kadının, öldürülen adamın temsil ettiği düşünceleri okumak isteyene bu hikayenin anlatmaya çalıştığı çok gerçek var..

1 Eylül 2012 Cumartesi

bazen aslında basittir




İlk kez küçükken oynadığım masa oyunlarında gördüm, en sevdiğim iki oyun olan Monopoly ve Kızmabirader'de de vardı: Başlangıç Noktası. Oyunlardan tanıdığım ve hep yeni bir başlangıç için umut vaad eden bir kavram olarak  yerleşti kafama. Şimdilerde düşünüyorum da nedir gerçekten başlangıç noktası?

Doğum hatta ana rahmine düşüş, kimine göre ise vücut öncesi tinsel varlıktır başlangıç, tanrının kendisi ya da varoluşun minik parçacıklarıdır noktası olan başlangıcın. Bazen uyanılan yeni bir gün, bazense açılan yeni bir sayfa, ciğerlere doldurulan temiz hava ve söndürülen o son sigara. Alınan derin bir nefes sonrasında akıtılan son damla yaşla açılan parlak gözlerdedir kimi zaman. Sahi neresidir başlangıç noktası?Atılan her adımda yenilenir mi, yoksa dönüp dolaşıp gelinen yer midir kendisi? Greenwich mi? Ekvador mu? Yoksa yaz mı kış mı? Kimindir başlangıç noktası? Dünya'nın mı, Ay'ın mı, Mısır'ın mı? İngiltere'nin mi? İsa'nın mı yoksa bakkal Musa'nın mı? Toprak mıdır? Yoksa aynı zamanda son mudur? Daire midir, döner mi gelir mi yinelenen bir döngüde? Gerçekten bir nokta mıdır? Belki de bir olgu, süreç bir oluş biçimidir. Yokluğun bittiği yerde varlığın hissiyatı mıdır? O kadar keskin midir ayrımı, bıçak sırtı gibi ince bir çizgi algısında vuku bulmuş olamaz mı?

Sanki her şey ve herkes için ayrıdır başlangıç noktası, her algıda ve hissiyatta ayrı ayrı var eder kendini, devam eder ve tekrarlar varlığını kiminde noktasal kiminde çizgisel ama en çok da kavramsal. Belki de en çok varlığına inandığımız için kendine yer bulmuş bir uydurma, mittir. Ama öyle yer etmiştir ki herşeyi geride bırakmayı isteyip yenilere yelken açmak isteyenlerin aradığı yegane araç haline geldiğinden sanki çok karmaşık bir şeymiş hissiyatı uyandırır.. Oysa başlangıç noktası kişinin kendi benliğinin, algısının, hazır olup olmadığıdır. Devam etme arzusunun tavan yaptığı anı değerlendirmesini baz alır.

Dört işlem gibi kolaymış, neden kafamı karıştırmış anlayamadım. Bazen küçük ve basit şeyleri büyük laflarla anlatmaya mı çalışıyorum da kendi kendime karmaşıklaştırıyorum kavramları bilemedim. Ama öyledir, öyle.. Neymiş: "başlangıç noktası diye bir şey yokmuş" neymiş: "her şey kafada, her şey kafamızda" (a.k.a. kozizi)

16 Ağustos 2012 Perşembe

Biraz Samimiyet..



İddalı bir diz izleyicisi olmasam da keyifle takip ettiğim birkaç yabancı dizi var. Bunlardan biri de Glee. İtiraf etmeliyim  hedef kitlesi gençler olmasına rağmen müzikal ağırlıklı olduğu için ilgilyle izliyorum. Kısa bir bilgilendirme yapmam gerekirse dizinin ana teması Amerika'nın Ohio eyaletinde devlet lisesinde okuyan ve müzikal topluluğunda görev alan bir grup gencin hikayesini anlatıyor. Esas olarak farklılıklara karşı sosyal bilinci artırma ve"nasıl olursa olsun her birey özeldir" anlayışını aşılamaya çalışan bir proje. Burdan yola çıkarak dizi yapımcıları her sene dizide seneryo gereği mezun olan oyuncular yerine geçebilecek yeni yetenekler bulabilmek için Glee Project adında başka bir yarışma ile kadroya katılacak yeni yüzleri seçiyor. İlk kez geçen sene yapıldığında birkaç bölümünü izlemiş ama ne olduğunu anlayamadığım bir sebepten ötürü rahatsız olup izlemeyi bırakmıştım. Bu seneki bölümlerine şöyle bir baktığımda aslında beni neyin rahatsız ettiğini anladım. Dizi içerisinde çok fazla göze batmayan hatta kendini hissettirmeyen bir bakış açısı, Glee Project'te ayan beyan ortada sunuluyor. Bu durumu biraz daha anlaşılır kılabilmek adına dizinden biraz daha bahsetmem gerektiğini düşünüyorum.
Glee'deki her karakterin onu zayıf kılan bir karakteri vardır. Herkesin bir zaafı ya da toplum tarafından zayıf atfedilen özelliklere sahiptir. Dizinin bir anlamda yapmaya çalıştığı toplum tarafından "zayıflık" olarak görülen yönlerin aslında farklılık olduğunu vurgularken, insanların olduğu gibi kabul edilmesi gerektiğini anlatmak. Bu amaçla dizide bugüne kadar homoseksüel, lezbiyen, yürüme engelli, popüler, nerd, şişman, yahudi, hıristiyan, asyalı gibi birçok farklı kimliğe sahip karakterler yer aldı. Yapımcıların amacı yeni oyuncuları seçerken bu amaca hizmet edebilecek yeni karakterler yazabilecekleri adayları belirleyebilmek. Bu yüzden Glee Project içerisinde bulunan adayların eşsiz, kendilerine özgü özelliklerini öne çıkarabilme şartı aranıyor. 
Bu açıklamalar eşliğinde beni rahatsız ettiğini düşündüğüm şeye gelirsek şöyle devam edebilirm: Adaylara baktığımızda hepsinin farklı din, etnik köken, fiziksel görünüm, cinsel yönelim vb. kimlik yelpazesinde olduğunu görebiliriz, ki bunun çok olumlu olduğunu düşünüyorum. Fakat rahatsız edici olan şeylerden biri şişmanlığın dizi içerisinde özgünlük olarak yorumlanarak normalleştirilmesi. Sıfır beden modasını çıkaran Amerikan moda furyasına inat aynı sistem içerisinde şişmanlığı provoke etmenin ne derece eleştirel olduğunu sorgulamamız gerektiğine inanıyorum. Kaldı ki sıfır beden modasının sağlıklı olmadığından dem vururken şişmanlığın getirdiği onlarca hastalığı nasıl göz ardı edip bunu bir özgünlük olarak sunulduğunu anlayabilmiş değilim. Evet güzel olma kavramının belli bir zümre tarafından kalıplaştırılıp formülize edilmesine karşıyım, fakat buna karşı çıkmanın savaştığın şeyin tam tersini masumlaştırmaktan geçtiğini düşünmüyorum. Evet şişman insanlar da güzeldir, çünkü güzellik dediğiniz şeyde ne arandığı kişiden kişiye değişmelidir, bu damak tadı gibidir. Ama şişman bir insana sen böyle de güzelsin diyerek yanlış yeme alışkanlığından ve tükettiği gıda türlerinden kaynaklanan sağlıksız bedensel büyümesinin, iç organlarının yağlanmasının görmezden gelinmesi ve bu durumun normalleştirilmesinin çok yanlış buluyorum. Benzer şekilde şişman insanların büyük bedenleriyle de güzel olduğunu söylerek duygusal sempatilerini kazanmak yerine piyasada bulunan çeşitli ürünlere, ve yaygın yeme alışkanlığı bozukluğuna sebep olan gıda sektörü politikalarına karşı çıksalar yalan yanlış üstü örtülü bir yapmacılıkla değil gerçeklerle karşılamış olurlardı karşılarındaki insanları. 
Rahatsız eden bir diğer nokta ise nasıl olursan ol sen özelsin ve mükemmel olman gerekmiyor sloganıyla ortalıkta gezerlerken aslında yaptıkları tam olarak da bunun tersi olması. O kadar güzel kurgulanmış ki bir yandan paketlenmiş mükemmel insan sanrısını eleştiriyorlar, ve bunu ağızlarına sakız ederken arka planda tam olarak da kapitalist sistem içerisinde olması zorunlu olan öğe olan rekabeti yöntem olarak sahiplenip kim daha özgünse onu seçeriz diyorlar. E hani herkes olduğu gibi mükemmeldi, neden başka türlü olmadığı için eleştiriyorsunuz elemelerde deyiveriyor insan. Nereden bakarsan tutulur yanı kalmıyor. Aynı neo-liberal politikalar gibi, hem sistemi eleştiriyor hem de sistem içerisinde kendine yer bulabilmek için sistemin en acı yöntemlerini kullanmaktan geri durmuyor. Öyle tutarsız, öyle samimiyetsiz bir iş.

14 Ağustos 2012 Salı

Öfke Yönetimi

Geçen gün, dörtgözle bekleyip bir türlü gitme fırsatı bulamadığımız Batman'in son filmine gitme şerefine nail olduk. Olduk olmasına ama en iyi sinemalardan birine gitmiş olmamıza rağmen salondan mı, film bandından mı, ses sisteminden mi kaynaklı olduğunu anlayamadığımız teknik sorunlardan ötürü filmin büyük bir bölümünü ses dalgalanmalarıyla izledik Netameli ve huysuz olduğumu kabul ediyorum ama bu kadar bariz bir şeyden neden kimsenin rahatsız olmadığını anlayamıyorum. Evet anın tadını çıkarmaya çalışıp, olumsuzlukları görmezden gelmek gayet mantıklı ve belki de en yapılası davranış örneği, ama ortada sunulan bir hizmet, ticari  kar söz konusu ve ben bu hizmeti satın alıyorum neden olması gerektiği gibi faydalanmayayım? ve neden öyle olamadığında bundan şikayetçi olmayayım? Garip olan bunu istemem mi yoksa bir salon dolusu insanın gıkını çıkarmaması mı? Tabii ki bu haklı isteğim doğrultusunda bayan çıkıntı olarak film arasında sinema sorumlusunu bulup şikayetimi dile getirdim, ilgileneceklerini söylediler ama aynı sorunlar ikinci yarıda da devam etti.
Sinemadan çıkınca taksiye bindik, saatin de geç olmasından yollar boştu ve canım taksi şoförü yolların boş olmasıyla, hız yapma arasındaki doğrusal orantının haklı getirisiyle bastı gaza. Gaza basması yetmedi koca Turhan Güneş Bulvarını inerken vitesi boşa aldı, akıllı adamın hali başka oluyor hem hız yapmak için gaza basar hem de yakıt tasarrufu yapar boşta giderek. Eh, bizim en az 300 metre önceden fark ettiğimiz su birikintisini taksici son anda fark ettiğinden kayıp kaza yapmamak adına frene abanmak zorunda kaldı ve araba biraz yalpalayınca da, o saatlerde orta refuju sulamaktan çok asfaltı yıkayan belediye çalışanları okkalı bir küfür yemedi değil bizim şoförden. Ayrancı hudutlarına kadar süratli, boş vitesli yolculuğumuz devam etti.  Evin önüne kadar dayanamayacağımı fark edip birkaç sokak önce inelim dedim. Neyseki yayan olarak sağsağlim vardık eve.
Şöyle bir düşününce son yıllarda özellikle Türkiye'de yani birebir yaşadığım yerde birçok insan hakkı ihlali oldu, olmaya da devam ediyor. Gözümüzün içine bakarak yalanlar söylenmesi bir yana, salak yerine konuyoruz ve buna ses çıkarmaya korkar oluyoruz çünkü hukuka inanmıyoruz, güvenmiyoruz artık. Düşüncelerimizi kendi aramızda sözcüklere döküyor, sadece kendi içimizde tartışıyoruz. Dışarıya açılan bir tartışma ya da paylaşımın bedelini ödeyenleri görüyoruz çünkü, ve tam da buna sebep olanların amaçladığı gibi ekmeklerine yağ sürerek tepkisizmiş gibi yapıp sonra da mış gibilerin kendisi oluyoruz. Biz daha farkına bile varmadan gerçek oluş halimize dönüşüyor mış gibilerimiz. Dün yaşadığımız da bunun bir uzantısından başka bir şey değildi. Haksızlığa, bizi, hayatlarımızı ilgilendiren bir duruma karşı ağzımızı bile açamadık, çünkü haydarı çıkarabilir taksici torpidodan ya da bagajdan. Çünkü zaten bu şekilde araba kullanmayı kendinde hak gören bir zihniyet için yapabileceğim çok da bir şeyin olduğuna inanmıyorum, adam taksiciliği, yaptığı işi bana bir lütufmuşçasına sunduğu için, can taşıyor olduğunu umursamadığı bu duruma çoktan yabancılaştığı için ne desem boş. Senelerdir şoförlük yapıyor ama boş vitesin tasarruf yaptırmayan bir uygulama olduğunu, aksine çoğu zaman ekstra yakıt tüketimine sebep olduğunu bunları bir kenara bırakıp çok tehlikeli ve kazaya sebebiyet verecek bir hareket olduğunu bilmiyor ve ben bunları söylesem ne değişek? Hiçbir şey, çünkü umrunda değil. Ve bu umursamazlık kendinden başkasını düşünmeme hali, bencillik, cahil cesareti beni çok sinirlendiriyor. (Parantez açmak isterim, umursamazlığın yanında bilimsel bilgiye değil de tecrübeye, genel geçer, kulaktan dolma bilgiye  değer veren, inanan bir toplumun bireylerinden bahsediyoruz.) Artık neye daha çok sinirleniyorum bilmiyorum. Cahil cühela insanların, bağnazların başkalarının hayatları üzerinde söz sahibi olmalarına katlanamıyorum. Bunu görüp, benzerlerine maruz kaldığımda artık konuşmaya cesaret edemeyişime en çok sinirleniyorum. O kadar çok şeye o kadar çok sinirleniyorum ki gerçekten terapiye gitmem gerekiyor olabilir. Ama ne trajiktir ki hayatımızdaki çarpıklıklardan rahatsız olduğum için bunlara sinirlenip terapiye gitmesi gereken, "anger management" yapmaya çalışması gereken ben olurken, buna sebep olanlar tiranlıklarını sürdürüyorlar..

şimdi sinirli değilmiş gibi yapalım,
sorun yokmuş gibi,
anı yaşayalım..





7 Ağustos 2012 Salı

Tepkisiz






Alışkanlık oldu insanların ölmesi o yüzden bugünlerdeki en büyük derdimiz olimpiyatlarda madalya alamayışımız. Bizim olimyatlarda madalya alabilmemiz için birkaç dal ekleseler bence baya iddalı olabilirdik: İşte kesin gözüyle bakacağımız dereceler:

*Polis'e en iyi vatandaş dövme dalında altın madalya
*Mahkemelere zamanaşımına uğratma dalında: altın, delilsiz hükümsüz tutukluluk dalında altın, tecavüzcü, katil, işkenceci beraat ettirmede altın
*Demokrasi söylemini en çok ağza alıp anti-demokrat politika izleme dalında: gümüş (Arab baharı olmayaydı onu da alırdık)
* İktidar kavgası ve çeşitli politik, sebeplerle insan haklarını hiçe sayabilmeyi yasallığa dökürek ülkenin çeşitli kesimlerini birbirine kırdırma, gerekirse kan döktürme dalında: gümüş (daha hardcore diktatörlükler de vardır eminim.)
* Ama en değerli madalya sevgili halkımıza gelirdi: duyarsızlık, uyuşmuşluk ve tepkisizlikte altın madalya sahibi olurduk.


2 Ağustos 2012 Perşembe

Ütopya




Başka bir ev, başka bir hayat, başka bir dünya mümkün. Aslında hipotetik olarak düşündüğümüzde mümkün olmayan ne vardır ki? Kaynak, iş gücü ve biriken bilgi üçlemesi var olduğu ve bu denklemi oluşturan her değişken kendi içinde genişlediği sürece imkanların limitleri de genişler. Bu ilerlemenin devamlı olması ve "mümkün olan"ın uzay gibi, sınırlarını sürekli genişletmesinden ötürü aslında sonsuz olduğu çıkarımına varabiliriz. Yani aslında dış etkenler çıkarıldığında matematiksel olarak her hangi bir şeyin gerçekleşme olasılığı bir diğeri ile eşittir. Yani her şey mümkündür. Ve mümkün olan'ların hudutu sadece hayallerle belirlenir. En ilkel ve düz şekilde yaptığım basit mantıksal çıkarımım bana "İnsanlık olarak dün ne hayal ettiysek bugün onu yaşıyoruz." dedirtiyor. Tamam kabul ediyorum her zaman hayal edilenler adına yapılanlar istenenin aksine, beklenmedik sonuçlar doğurabiliyor, zaten liberalizm bile özgürlük ve hak söylemlerini ağzına sakız ettiğinde bir ucunun kendi salt varlığına tehdit oluşturacağını öngörememişti, tıpkı Darwin'in Evrim Teorisini açıkladığında ırkçı birkaç kendini bilmez tarafından çalışmalarının kullanılıp bugün çeşitli dinci muhafazakarlarca suçlanacağını tasavvur edememesi gibi. Yine de insanlık tarihine şöyle bir göz gezdirdiğimizde, insani kalkınmayı; eşitlikçi, temel hak ve özgürlüklere dayanan, her türlü yaşamsal ihtiyaca ulaşımı sadece insan ya da canlı olmaya koşullandırmayıp var olmayı erdem kabul etmek olarak tanımlarsak, kaç arpa boyu ilerlemeden söz edebiliriz, bu arpa, ilerleme ve hesap kitap işlerinde hangi matematik teorisi pozitif değerde bir sonuç çıkarabilir bilemiyorum. O zaman nasıl hayaller kurdu anneannelerimiz, dedelerimiz diye sormadan edemiyorum. Bu kadar mı hayali kıt, rüyası kara nesillerin çocuklarıyız? İnsanlığın her şeyin en başında bile bembeyaz bir sayfası olmasa dahi bu kadar kirlenmesine sebep olacak denli mi çok olumsuz etken vardı da hayallerinin hiç etkisi olmadı biraz daha beyaza yakın grileşmeye yetecek kadar?

Kafamı kurcalayan şu: Eğer insanlık içinde türsel olarak saf kötüyü barındırmıyorsa, yani "..bir de Gargamel vardı, O kötüydü." gibi bir kötü oluş hali yoksa sadece kötü olmak için varlığını sürdüren, o zaman dünya üzerinde gördüğümüz, duyduğumuz ya da varlığından haberdar bile olamadığımız nice kötülük tesadüften mi peydahlandı bir takım etkileşimlerin istenmeyen hatta tahmin edilemeyen sonuçlarından? Kafalar karışırken, "sanırım öyle oldu" deyiveriyorsanız, ben de şöyle feryad ediverebilirim: "Yani o zaman şunu da diyorsunuz: öyle ki bu kadar güzel şey hayalededururken, bunlar gerçekleşemeyip birkaç kendini bilmez yanlış girişimden türeyen kötülük mü hakim oluverdi hayatımıza?" Buna mı inanmak gerekiyor? Nasıl bir virüstür ki en başında mümkün olanlar arasında güzel şeyler hayal etme oranı daha büyük bir olasılıkken, yaşantıda gerçekleşip vücut bulan mümkünler kötülükler oluyor? Olasılıkta şans tartışmaları gibi.. Bilime şanstan daha çok inanıyorum, bu yüzden insanların hayal ettiklerine olan inancım daha zayıf.. Evet hayallerimiz hayatlarımıza, dünyamıza direk yansıyamıyor çomak olan bir çok etmen yüzünden ama hani derler ya temiz yüzlü insanlara "kalbi yüzüne yansımış" diye işte o hesap bizim insanlık.. Dünya insanlığın yüzü, ve insanlığın kalbi hiç güzel değil.. Ama hala diyorum, inanmak istiyorum: Başka bir dünya mümkün, hayallerimizi ütopyadan, kalbimizi hayallerimizden uzak tutmadığımız sürece.

26 Temmuz 2012 Perşembe

Erimeye yüz tutmuş beyinler


Dali'ye nerden ilham gelip de eriyen saat yapmış bilemiyorum ama bugün yaşasaydı erimenin ne demek olduğunu farklı bir gerçeklikle deneyimlenmiş olurdu. Küresel ısnıp, küresel eriyoruz. Kışın donmaktan kurtulmaya çalışırken yazın buharlaşmamak için erimeye devam ediyoruz. İşin türkçesi ve kısası hava çok sıcak ve beyin nöronlarımın düzgün çalıştığından şüpheliyim. Acaba sıcaklığın nöronlar arası impulse iletim hızına bir etkisi var mıdır? Her neyse, zaten nşa (bu kısaltmaya da bayılıyorum, kullanınca havalı oluyor gibi bir hissiyatı var.) algısal ve düşüncesel çıktılarım çok sağlıklıymış gibi shavanın süper sıcak olmasına bahane veremeyeceğim. Ahh insanın kendini bilmesi ne kadar da hoş. Hoş hoş olmasına da keşke müdahele edip bir fayda elde etsem bu durumdan. Kafam hiç basmıyor kar- zarar, arz-talep ve cost- effect hesaplarına. Yaşasın tarzanca bir dille yazıyor olmam da ayrı bir takdire şayan ifade yöntemi.

Durum odur ki, hava fazlasıyla sıcak, oturduğum yerde küçük bir çocuğun altına çişini kaçırması suretiyle koltukta bıraktığı delil gibi ıslaklıklar bırakıyorum, orkid ultra kuru kullansam ya da molfix falan işe yarar mıydı? İşte can sıkıntısı, düşünme eylemi ertelemesi, ve sıcak birleşince bu tür saçmalamacalı hiçbir yere gitmeyen yazılar çıkabiliyor. Siz siz olun sıcaklarda haddinizden fazla sıkılmayın olur mu? Olur olur.. Neler oluyor bu mu olmayacak? Mesela bu sıcakta ben saçmalarken THY çalışanlarının yürekli bir kısmı grevlerine devam ediyor, mesela bugün birçok kadın doğum uzmanı birçok çocuğun dünyaya gelmesini sağladı.Hımm mesela magazinsel bir dolu olay yine Türkiye gündemine sürmanşetten girdi.. Oluyor yani bir şeyler de bu sıcaklarda benim beyin olmuyor diğer birçok politikacının sıcak soğuk ayrımı olmadan beyinin akışkan kremalı tutku püskevitlerine dönüşmesi gibi..

13 Temmuz 2012 Cuma

Broken Hallelujah

Nasıl bir savunma mekanizması oluşturdum yıllar içinde çözemiyorum ama beynime hükmedemediğime eminim artık. Algılarımı bilinçli olarak seçemiyorum, ya da algılarımı yönelendiremiyorum. Bu normal mi ya da imkan dahilinde midir onu da bilmiyorum. Çevremde bilgisine güvendiğim psikologlara danışmayı düşünüyorum bu konuyu bu ayrı bir konu. Fakat gerçekten gergin bir durum, üstüne düşünmeme bile izin vermiyor beynim bazı konularla ilgili, çoğu zaman ise üstünde gram kafa yormak istemediğim bilimum ayrıntı ve sıkıntıya takılıp kalıyor. Tüm algılarım bu zaman, olgu ve kafa yorma üçgeninde istem dışı bir seçilimle hüküm sürüyor nöronlarım aracılığıyla. Halbuki ben bugün tatile gidiyorum diye sevinmek yerine yas tutmak istiyorum. Hiç bitmeyecek olan, zaman geçtikçe kazındığı hatırlarda yer eden, hep kanayan hiç iyileşmeyecek olan yitirilmişlik, hatta bunu bile kabul etmeye dair cesaret emarelerini üç beş adım geriden izlemek yapabileceğimin en iyisi. Hayat dursun isterdim, o an dursun ve bir daha akmasın. Şimdi gözlerimi kapıyorum ve görmek istediklerimi görüyorum: 14 yıl önce bugün bu saatlerde karadenizin sularında kayıkla açılmış yüzüyorduk. Birkaç saat sonra acıkınca annemle halamların yaptığı mis gibi sünnet tavuk pilavını yemiştik. Birazcık bahçede oynadık, sanki başka şeyler de yaptık ama siliniyor işte istemesem de hafızamdan ayrıntılar, hep de özellikle hatırlamak istediklerim. Yorulduk ve biraz da yemeği fazla kaçırmanın etkisiyle ağırlık bastırınca ılık ılık esen meltemle uyuduk hamakta. Uyandığımızda misafirler gitmişti, akşam bile olmuştu buz gibi karpuz kesti halam, amcamın doğum günüydü süpriz pasta kestik karpuzun üstüne de onu yedik mis gibiydi. Ertesi gün Trabzon'a gideceğimiz için bavullarımızı hazırladık. Trabzonu ilk kez görecektik, babam heycanlıydı bizi gezdireceği için, zaten hep sevmişti ailecek arabayla yolculuk etmeyi, ben de babama çekmişim seviyorum öyle yola koyulmayı. O yaz çok güzeldi.. Seneler geçti, ben üniversiteyi kazandım, mezun oldum, çat pat çalışmaya başladım. Sen üniversiteyi kazandın, birlikte kalıyoruz hatta. Bu sene de ilk defa birlikte tatile gidiyoruz, aslında babamlara söylemdik ama bir de üçüncümüz var, çünkü sen aşık oldun ve sevgilin de bizimle geliyor.. Biliyorum "Life holds a special magic for those who dare to dream.." bu yüzden de "I keep on dreaming".

14 Haziran 2012 Perşembe

Son Sıkıntı Bükücü



Tam da yapmam gereken ve yapmak istediğim yığınla şey varken hiçbirini yapabilecek gücümün olmadığını hissediyorum. Tam her şeyi yoluna koydum derken bir melankoli edası. Korkutuyor, gereksiz endişeler ve fazlasıyla melodramatik ruh halleri. Yoruyor, yapmak için tutuştuğum birçok isteğimin beni hep daha çok dibe çekmesine karşı direnme zorunluluğum. Çünkü kaçarsa elimden kaybedeceğim amacımı ve işte o daha çok yaralayacak şimdi olduğundan. Kaçıyorum, erteliyorum ve daha çok çelişiyorum kendimle, planlarımla. Sürekli bir kaos hali beynimde. Ne yapıyorum, ne yapmak istiyorum ve nereye sürükleniyorum? Sürüklüyorum kendimi. Cevabını bildiğim sorularım var ve bu hoşuma gitmiyor çünkü eyleme geçmek o kadar zor geliyor ki. Kolumu kaldıramıyorum, kafamda tonla detay ve içim sıkıntı yuvası: Bir kuş olsa da uçsa hafiflesem o kanat çırptıkça. Kanatlarındaki tüylerin arasından süzülen hava gibi bükülse önce sonra yavaşça durulsa tüm o yoğunlukta.

14 Mayıs 2012 Pazartesi

tik tak


Zaman ve zaman algısı.. Kimi zaman gerçekliğinden koparır ve günlere yıllar sığdırır bazen ise aylarını bir gün geride hissiyatıyla yaşatır. Ve insan beyni, mantığı en çok da duygusal algıları bu girdapta düzenli bir atom diziliminden çok serbest parçacıklar gibi dağılma eğilimini gösterir. Tik tak tik tak... Başucumdaki fabrikasyon üretim retro saatimle kovalıyorum zamanı. Tik tak tik tak, su damlaları akıyor olsaydı şıp şıp derlerdi zaman tiki taka akıyor. Kalbimin saatin ritminden hızlı atmasındandır belki de, saatin gösterdiği gerçeklikle eş zamanlı algılayamamam dünyayı. Ya da bazen daha yavaş attığından nabzım geri kalıyorumdur bugünden. Tango gibi, tek vuruşta bir adım, bazen iki vuruş arasına sığan bir seri adım.. dakikalara sığan saatler gibi, hayal gibi, gerçeğin ta kendisi.

26 Nisan 2012 Perşembe

reng-i cümbüş







renklere bulanmak bazen de böyle bir şeydir.

biraz renklenmem gerek
kabuğumdan çıkıp canlanmam,
eğip başımı yere, sırlarken ardı ardına adımlarımı
hızımdan akan giden karoları sayarak sakinleşmeye çalışmak yerine,
başımı kaldırıp içimdekileri
gökyüzüne haykırmam gerek.

ayağıma dolanan heycanımdan
öylesine duyulmalı ki sustuklarım,
büyümeli çınladığı her kulakta
ve işte öyle renklenmeli soldurduklarım..





24 Nisan 2012 Salı

hayal




Köprünün altından ne kadar su çağlarsa aksın, hep bir izi deşer hatıra. Yinelemeye devam eder, dün olmuş gibi sindirilmeye ihtiyaç olanlar.
Yaşanılanlar neler ifade eder? Yani üzüntü, öfke, pişmanlık ya da inkar neyi anlatır, ve her hangi birini hissetmek, hissetmeye devam etmek neyi gösterir? Belki çok şeyi ya da hiçbir şeyi..
Zaman içerisinde yaşanılanlarla evrilir insan. Düşücüleri, bakışları, yorumları farklılaşır. Belki taban tabana zıttına dönüşmez ama yumuşar çizgileri. Peki ya hisleri? Biter mi? Değişir mi? Yoksa sadece unutulur mu hissetme hali o belli duruma, olaya, kişiye.
Belli kabullerin üstüne kurar insan hayata bakışını. Ona göre şekil verir hayatına. Bazen fazla ürkektir, bazen talepkar çoğu zaman ise bencil. Öyle bir bencillik ki çok fazla içine girmez kaybetme riskini göze alamadığından. Bu bir hata mıdır? Hiçliğindense garanti kısıtlı varlığına razı olmak.. Başkasıyla paylaşmayı göze almak..
Zaman akar, insan değişir, hisleri değişir, kendi değişir, var oluşu farklılaşır.. Aynı kalan hayalleri olur belki; hep tutunduğu, gerçekliğe meydan okuyabildiği yegane mutluluk alanı. Belki senaryosu değişir, repliklerin üstü çizilir, ama hep aynıdır karakterler aslında.  Doğru oyuncuyu bulduğunu bilir yönetmen karşısına çıktığında. Biçilmiş kaftandır, her replik ezberlenmeden dökülür dudaklardan, her sözcük önce gözlerden okunur. Hissedilir cümleler duyulmadan önce ve verilmiş sahnelerde figüran olmaksızın O oyuncular kendileri yazarlar karakterlerinin serüvenlerini. Önce bir bir yaşayarak kendi kurdukları hayallerini..

21 Nisan 2012 Cumartesi

20 Nisan Dünya Sırıtma Günü

 

Sırıtıyorum, sebepsiz değil. Hücrelerimin ağzı olsaydı onlar da sırıtırdı.

20 Nisan 2012 Cuma

geçmişten gelen gölge




Özlem içimdeki en büyük boşluğun sebebi. Tanımlanmış hayaller, tanımlanmış birçok hatta en çok yaşanmışlık içinde yarım kalan roller adına: Özlem. Öyle bir özlem ki hayatın akışı üzerinde söz sahibi, yön sahibi belki de var oluş nedeni. (Yaz, 2011)

13 Nisan 2012 Cuma

1 YTL


Öğlenleri bazen kahve arasına çıkıyorum. Havalar da güzelleştiği için gidene kadar ki yürüyüş tazeliyor gün içinde beni. Bugün de o günlerdendi, işten çıktım güneş gözlüğümü taktım, kulağımda müziğim yeni yeni yeşeren dallar ve bembeyaz çiçekli ağaçların içinden yürüdüm gittim. Her şey çok güzeldi ta ki aldığım kahvenin parasını ödeyene kadar. Parayı verdim, kasiyer bu para geçmiyor dedi, bir baktım ki eski lira. Tamam dedim değiştirdim parayı. Sorun şuydu ki hiçbir zaman verilen para üstünde demir paraları kontrol etmem. Öyle ya ben insanlara para verirken ne sahte ne de tedavülden kalkmış para veriyorum, öyleyse insanlar da bana vermez gibi bir kabulüm var. Düşündüm nerden kim vermiş olabilir diye, nakit bir tek takside kullandım bu aralar. O yüzden büyük ihtimalle taksici kakaladı arada. Sevmiyorum zaten taksicileri, kenarı ufacık yırtılmış para verdiğinde kıyameti koparırlar ama arada eski paraları itelemekten çekinmiyorlar.. Neyse 1 lira ile batacak ya da ihya olacak halim yok elbette ama yine de sinir bozucu. Salak yerine konmuş olmanın yanında adamın "aha da bu eski paradan da kurtuldum, kardayım." dediğini duyar gibi oluşum ve aslında hala saf saf insanlara bu denli güveniyor olmam canımı sıktı.

Güven..

Yani.. düşünüyorum.. benim bu kadar güvenmeye açık olmam mı sorun? Gerçekten insanlara güvenmemeyi öğretiyorsa hayat, bu hayatın yanlış bir yere evrildiğini göstermez mi? Karşımızdakine gittikçe daha zor güvenir olmak, akıllılık mı? Güvenmeme durumu ya da güven kazanma gereksinimi hani o rasyonel tercihlerden mi modern insanda olmasını beklediğimiz?

Bilmiyorum ama gördüğüm şu, ben de oraya evriliyorum ve bu süreçten, bu oluş halimden mutlu değilim. Anlaşılan o ki para üstlerini saymak bir yana, gerçek mi değil mi diye bakarken kalbimizi açtığımızda verilen sevgiyi de kontrol eder hale geliyoruz. Aldığımız her hazda, paylaştığımız her anda bize verilenleri sorguluyoruz. Ne kadar da içteniz, ne kadar da masum..

25 Mart 2012 Pazar

Melankoli


"The earth is evil, we don't need to grieve for it." Melancholia (2011)




Çok zor izledim Melancholia'yı. Çökmüş olan omuzlarım biraz daha çöktü ama ruhum hafifledi. Sanki biri koca elleriyle tam başımın üstünden kafamı kavramış ve aşağı doğru bastırıyordu, " in in daha da aşağı bat, yere yapış kalkama ordan." der gibi. İşte o ağırlık hissi omuzlarımı da baskısı altına aldı da kamburum daha da belirginleşti. Ama garip olan şu ki içimin daha da sıkışmasına sebep olan bu yoğun hissiyat, bir yandan garip bir hazla iğne deliğinden sızan hava gibi kısıtlı rehavete dönüşüyordu.
Hiçlik, yokluk ve sonrasında yok oluş ya da bir diğer değişle ölüm işleniyordu filmde ama her zaman olduğu gibi yönetmenin kullandığı sembollerle neler anlatmaya çalıştığını tam olarak anlayamadım. Zaten hiçbir filmi de o niyetle izlemeyi başaramıyorum. Hep filmlerde beni sarıp sarmalayan başka şeyler olur. Bir yerden ucunu yakalarım bana dokunan bir sahnenin. Bazen bir replikten, bazen o belli sahnede çalan bir müzikten bazense bir bakış ya da ifadeden. O noktadan sonra tüm anlatılanları başka bir boyutta algılarım belki de yönetmenin anlatmak istediğinin tam tersi işlenir beynime. Bilmiyorum, belki de sanat zaten böyle bir şey, herkeste yaşanmışlıkları, düşünmüşlükleriyle uyandırdığı ve duyurduğu farklı oluyordur. Bu filmde ise yoğunluklu olarak hissettiğim tükenmişlikle, hiçlik oldu. Ama sanırım zaten melankoli böyle bir oluş hali.. Hep bir olmamışlıkla devinim halinde olan ruhsal çalkantı. Oldurmaya çalıştıkça daha beter olamayan, oldurulamayan. Kaçınılmaz olan ölümün karşısındaki çaresizlikten daha yorucu geliyor bana bu durum. Hayata karşı olan inanıcını yitirmiş, varoluşsal çelişkilerini an be an yaşayan bir benlik için dünyanın sonunun gelmesi ya da az sonra ölecek olması gerçeği çok da bir şey ifade etmeyebilir. Aklının ve ruhunun altında kaldığı ağırlık, algıları üzerinde hüküm sürerken, ruhsal karmaşası fiziksel varlığına tehdit olan normal bir anomali. Denizin karadan uzak derin sularında dinmeyen bir fırtınanın ortasında kalmış bir kayık gibi. Dalgaların sürüklediği, alabora ettiği ama bir türlü boğulamadığından sakinliğe, dinginliğe kavuşamayan kurtulmak için debelendikçe daha da dibe batan ama orda bile huzursuzluğundan ödün vermeyen bir akıl hali. Öyle garip, öyle normal ve anlamsızlıklarıyla öylesine anlamlı.



16 Mart 2012 Cuma

Kirpik, Dudak, Mantık ve Duygu

İki göz kırpışı, bir kirpik mesafesi kala tuttum nefesimi ve gözden geçirdim adımlarımı. Fark ettim dudaklarımdaki kavisin yönünü aklımdaki bulanıklığın huzursuzluğuyla birlikte.


Bazen yaşanılanlar bir sonraki adımı atmak istemenize rağmen sizi artan bir yer çekimi kuvvetiyle çiviler olduğunuz yere. Tecrübelerinize biat edip etmeme konusunda tereddüt yaşarsınız. Ders almak gerekir geçmişten ama ne kadarını almak gerekir? Ölçüsü nedir? Her denklem kendi değişkenleriyle eşitliğini sağlar. Nasıl ki değişkenlerden biri ya da birkaçı değiştiğinde denklemin kendisi değişir, ulaşılan sonuç da buna bağlı olarak değişecektir. O zaman tecrübe dediğimiz yaşanmışlıkların tekrarı mümkün müdür oyuncuları değiştiğinde? Elbette benzerlikler yakalanabilir ki bu noktada daha ihtiyatlı davranılabilir fakat bu illa aynı sonuca ulaşacağımız anlamına gelir mi? Sanırım bu noktada ayrım ne kadar cesur olduğunuzla alakalı ya da neyi ne kadar göze alabildiğinizle. Aynı şeyleri tekrara almış gibi üst üste yaşadıktan sonra bile denemeye değer görüp görmemekle alakalı. Karşınızdakine verdiğiniz değerle, O'nu hayatınızda ne kadar çok istediğinizle ya da o kişinin yokluğunun katlanılabilir olup olmadığıyla...Belki de kısaca sizin için neler ifade ettiği, edebileceğiyle ilintilidir. Eğer ufacık da olsa bir ışık görüyorsanız peşinden gitmeye hazır olup olmamakla, yaranız ne kadar taze olsa da darbe alma ihtimalini görmezden gelebilmekle alakalıdır. Tüm bunların yanında karşınızdakine, yaşayabileceğiniz olası güzelliğe en başından haksızlık ediyor olma durumunu oldukça rahatsız edici buluyorum ki bana yapıldığında gerçekten de hiç güzel hissetmiyorum. Geçmişte yaşanılanların, daha önce hayatınıza giren insanların bıraktığı izlerin acısını başka birinin çekecek olma düşüncesi gerçekten çok insafsızca geliyor. İnsanın yaşadıklarından dolayı, ürkekleşmesi, güvensizlik hissetmesi ya da başka olumsuz hislere kapılması normaldir ama bunları daha sonra hayatınıza giren insanlara yansıtmak çok da adil değil.. Benzer şekilde kendi içinizdeki bu sorunları çözme yolunda da etkili olacağını sanmıyorum. Bunun yerine zaman, karşılıklı özveri ve sabırla aşılabilecek ufak engeller olarak görmek bana daha çok umut veriyor.. O yüzden dudaklarımın kıvrımı gözyüzünü göstermeye devam ettiği sürece bende bir kirpik mesafesi aklımdaki huzursuzluğu zamanla huzura bırakacak.. Biz buna " The power of Vulnerability" diyoruz..



14 Mart 2012 Çarşamba

Kaybetmek Üstüne




Hep umulmadık zamanlarda gelir beklenen ve yine insan en ummadığı zamanlarda kaybeder değerlilerini çünkü kaybetmek için umulan düzgün bir zaman yoktur.

Hazırlığı olmaz kaybetmenin, hiçbir zaman tamam hazırım diyemez insan. Pes ediş değil belki ama zorunlu bir vazgeçişi taşır içinde. Kaybetmek etken bir eylem olsa da öznesi edilgendir. Yani birebir isteyerek gerçekleştirilen bir eylem olmaktan çok karşılaşılan bir sonuç, yüzleşilen bir durumdur; kontrol dışıdır. İstemsiz  gerçekleşen olaylara verilen tepkilerle, hissedilen duygularla başa çıkmak sanki daha zordur. Ne zaman ki yaşananlara, karşı karşıya kalınan durumlara dair etkisiz eleman olarak kalıyoruz özne olarak, o zaman kabullenmek daha zor oluyor. İşte kaybetmeyi de böyle bir olay olarak görüyorum, resmiyette özneyken fiilen nesneleşmek gibi. Bu durum biraz da, belki de çoğunlukla, insanoğlunun ben merkeziyetçi varoluş mantığından kaynaklanıyor olabilir. Bilmeye dair açlığı, kontrol etme arzusundan değil mi? Sevdiğiniz birini kaybetmeyi kabullenmek de bu yüzden zordur. Kontrolünüzün dışında olmasının yanında, sizi mutlu eden, varlığıyla hayatınıza anlam yüklediğiniz birinin artık orda olmayacak oluşu kurduğunuz tüm sistemi çökertmeye yeterlidir. Bu yüzden de kontrol edilebilir olması gerektiğine dairdir tüm isyanlar.

Çok his merkezli, fazla ben barındıran, mutluluğu özünden tanımlayan bu yüzden kaybetmeye tahammül edemeyen bir yapım var. Zaman geçtikçe bunun izlerini çok daha net görebiliyorum benliğimde. Bencilliğimden utanıyorum, çıkmazlarımdan yakınıp hala çözüm ararken bir kez daha çaresizliğimle yüzleşiyorum. Bildiğiniz insanı oynuyorum.

5 Mart 2012 Pazartesi

Çağrışım


"You don't stop loving someone, you start loving someone else.Maybe because there's room." Je l'aimais/ Someone I Loved (2009)

İçimin fazlasıyla sıkıldığı ve zihnimde beni bunaltan şeylerle boğuştuğum cumartesi günümü işteki koltuğumdan evdeki kanepeme geçerek devam ettirdim. Ofis koltuğundan kanepeye geçişin konforu artıracağını düşünmüştüm ama insanın kafası, zihni rahat etmeden bedeni de o rahatlığa kavuşamıyor sanırım. Kanepeye terfi tek başına yeterli olmayınca TV'yi açıp bir film buldum. Aslında göz ucuyla seyrettiğimi itiraf etmeliyim. Kafamı kurcalayan o kadar çok şey vardı ki filme konsantre bile olmadım. Yani kısacası film bile oyalamaya yetmedi kafamın içindeki fırtınayı. Oyalamak diyorum çünkü çözüme kavuşturmadan ya da kabullenmeden dinmeyecek o vızıltılar, biliyorum. Ama bazen o kadar bunalıyorum ki yoğunluğundan bir nefeslik mola istiyorum, lütfen sadece bir saat düşünmeden, görmezden gelerek yaşayayım. İşte bu cumartesi bunu başaramadım. En azından akşama kadar. Gözüm filme takıldıkça, kulaklarım da daha dikkatli dinlemeye başladı. Klasik bir dram filmiydi, en sevdiğim anlatım şekillerindendir, adamın hayatından bir kesit anlatılır ve işte şimdi burdadır: hataları, pişmanlıkları ve çaresizlikleriyle. Tam da filmini bulmuşum derken Daniel Auteuil'in ağzından o cümle dökülüverdi. Diyordu ki: " Birini sevmeyi bırakmazsın, sadece başka birini sevmeye başlarsın eğer kalbinde yer varsa." Sanırım 2 3 dakika kaldım ve defalarca kendi kendime tekrar ettim cümleyi. Benim için filmin en çarpıcı sahnesiydi, yapılmış en samimi itiraf ve yüzleşilmiş en büyük çaresizlik dolayısı ile iyi bir tespitti o cümle. Ne zaman bırakır ki insan karşısındakini sevmeyi? Ne zaman biter içindekiler? Umutları tükenince mi, umut etmekten vazgeçince mi? Yoksa hatıraların hatırlanmaya değer olmadığına inandırdığında mı kendini? Belki de yerini doldurabildiğinde hayatındaki önemini yitirir ve daha az arar olur varlığını, yokluğu daha az görünür olur. Peki ya dolmazsa yeri ya da dolsa da yeter mi sevmekten vazgeçmeye? Bir insan ne zaman vazgeçer karşısındakini sevmekten? Yani bilinçli bir eylem midir yoksa kendiliğinden yitip gider mi insanın hayatına giren ve tüm benliğiyle sevdiğini söyledikleri bir zaman.. Belki de.


2 Mart 2012 Cuma

Kozizi










Kozizi ile düşüncelerimizi paylaşıp, konuşurken kimi zaman kendimizi kimi zamansa düşüncelerimizi sorguladığımız zamanlar oldu. Birlikte geçirdiğimiz en keyifli zamanlar da bu kendimizi yeniden keşfettiğimiz anlarda saklıydı. Hani yeni biriyle bir ilişkiye başladığınızda eğer çok sık görüşüyorsanız bir de duygularınız çok yoğunsa kısa zamanda çok yol katedersiniz ilişki adına ve 1- 2 ay sonra sanki 6 aydır birlikteymişsiniz gibi hissedersiniz ya.. İşte ben öyle hissediyorum O'nunla olan ilişkimizi. Bazen çok yoğun paylaşımlar zaman kavramını ters düz edebiliyor. Bir insaı tanımak için bazen seneler yetmezken bazense kısa zaman dilimlerinde çözebiliyorsunuz karşınızdakini. Tabii ki böylesine bir samimiyetin yakalanabilmesi öncelikle tarafların birbirlerine tüm duvarlarını indirmesiyle, sizi içeri davet etmesiyle mümkün. Belki tüm yelkenler suya inmez hemen ama inmeye hazırdır, Halatlar gevşetilir, durgun havalarda daha rahat dolsun diye rüzgar yelkenlere.. İşte ben O'nunla saldım aklımın, kalbimin iplerini. Az kişiye karşı böyle kayıtsız güven ve sevgi hissetmişimdir.Hissettiğim azınlığın içinde hayatıma giren özel insanlar da dahil olmak üzere çoğunda hüsrana uğramışlığımı hesaba katarsam bence gayet başarılı gidiyor kendisiyle paylaşım ortaklığımız.

Şu anda ayaklarımı yere basabiliyorsam ve hala direnebiliyorsam hayallerim için, sanırım bunda en büyük payı olanlardandır bta. Birkaç ayda birkaç yaş olgunlaşmamın mayasını kendilerinin sabrına borçluyum. Şimdi düşünüyorum da hayatımıza aldığımız insanların üstümüzdeki etkileri ne kadar derin ve ne kadar etkili.. Frekanslarınız tuttuğu zaman, farklı düşünceleri bile savunuyor olsanız karşınızdakinden daha rahat öğreniyorsunuz sizde olmayanı. Eksikliklerinizi ya da hatalarınızı daha kolay görüyorsunuz ve savunmaya geçmek zorunda kalmadan, yorulmadan ama ihtiyatla yaklaşıyorsunuz. Sanırım bunda psikolog kimliğini yabana atmamak gerek. Sizinle nasıl konuşması gerektiğini biliyor..

Gerçekten kuvvetli bir bağ varsa karşınızdakiyle aranıza ne kadar mesafe girse de kopmazsınız derler.. Buna inanmak istiyorum. Çünkü aramızda aşmamız gerekecek uzun bir mesafe, doldurmamız gereken boşluklar olacak. Neyse ki teknoloji ilerledi de iletişimin alternatifleriyle varlığımızı hissettirebilme imkanımız var. Yine de bu sıralar canımı sıkan şey fiziksel olarak istesem de ulaşamayacak olmam..

İtiraf etmeliyim ki gidişinden bu kadar etkileneceğimi düşünmemiştim, ben seni tahmin ettiğimden de çok benimsemişim.